Işık, neşe ve tedavinin yeni sektörü , Işık parçacıkları beynimize ve ruhumuza girerek, depresyonumuzu azaltıyor, sıkıntımızı gideriyor şeklinde reklamlarla , sabah veya akşamları
Avrupa da tedavi amaçlı lambalar satışa çıktı. Her mesela yarım saat ışığın altına yatarak ruhu ışıkla doldurmak, özellikle kışın kasvetli, sıkıcı havasının yarattığı kötümserliği, baskılanmış ruh halini ve ruhsal çökkünlüğü gidermenin bir yöntemi olarak yaygınlaşıyor. İnsanlar, ilkbaharı, yazı seviyorlar, kışın karanlık ve boğucu havası insan üzerinde  olumsuz etkiler bırakıyor. 

İnsan hayata, çevresini görmeyle başlar, yüzünün neye benzediğini  bile, aynanın icadından önce, sudaki yansımasının kendisi  olduğunu anlayana kadar bilemezdi. Kendi dışındaki dünya o kadar renkli ve heyecan doludur ki , biraz bu yüzden , birazda kendini tanımak için gereken bilgi (psikoloji, psikiyatri, biyoloji, antroploji vb.) ve tecrübenin olmamasından olsa gerek, en son kendisini tanır.

İnsanlar, heterotrof(kendi besinini sentezleyemeyen) canlılardan oldukları için, dışarıdan hazır besin almak zorundadır. Bu yüzden bitkiler iklim şartlarıyla mücadele etmek zorundayken , insanlar hem iklim şartlarıyla hem de besin elde etmek için mücadele eder. Bu mücadele o kadar amansızdır ki, rakip canlılara karşı  sağladığımız üstünlüğe rağmen günümüzde bile , bir ömür sürer. Tabi son çağlarda bu mücadele bir kısım insanlar için hayatta kalma mücadelesiyken bir kısım için daha iyi yaşama mücadelesi olsada,  bu herkesin mücadele etmek zorunda kaldığı gerçeğini değiştirmez. Hayat koşturmasında zamanı bol (!) filozoflar dışında , pek kimse zaman ayırmaz kendisini tanımak için, zaten tanıdığını düşünür.

Hiç tanımadığımız bir insan bize itici gelelebilir ve “soğuk, ukala, şımarık, güvenilmez” gibi ön yargılarda bulunabiliriz. Neden itici geldiği ile pek ilgilenmeyiz. Yine tanımadığımız bir insan bize çekici gelebilir ve “sempatik, bilgili, ciddi, güvenilir” gibi ön yargılarda bulunabiliriz. Neden çekici geldiği ile pek ilgilenmeyiz. Karşı cinsiyetle  ilişkide ise “elektrik aldım, alamadım” sözleriyle kendimizi ifade ederiz.

Tüm bunların altında yatan sebep ise insanın kendisinde olmayanı istemesidir. Kendi besin üretemediği için besin ister, tek başına çocuk yapamadığı için karşı cinsi ister , kendisinde olmayan özellikleri karşısındakinden bekler. insan kendisine benzeyen insanları itici , benzemeyenleri  ise çekici bulur. Yani insan kendi özelliklerini bilip hoşuna gitmeyen yönlerini törpüleyebilirse (bunun için duygu, düşünce ve davranışlarındaki hataları bulup, düzeltmesi gerekir), karşısında kendisine benzeyen de aynı şeyleri yaparsa, anlaşmaları çok daha kolay olur, karşıdaki kendisini değiştirmese bile kendisi ile barışan karşısındakine daha anlayışlı davranabilir, böylece kendisi ile barışan, dünya ile barışmış olur bir anlamda.

Engin S. 5.2.2022 Darıca

 AŞK İNSANIN İŞTAHINI, EVLİLİK İFLAHINI KESER!

Evlilik aşkı öldürür, çünkü hep aynı şeyi yapmaktan sıkılır insan, hep aynı yemeği yemek yada sürekli çalışıp hiç tatil yapmamak gibi monoton hayat insanı yorar değişiklik canlandırır. Aşkın yerini yavaş yavaş alışkanlık alır, farkında bile olmadan aşktan, birliktelikten alınan doyumun eksikliği başka şeylerle kapatılmaya çalışılır; örneğin yemekle, zevklidir çünkü, hep aynı yemeği yeme zorunluluğuda yok ayrıca, dolayısıyla bıktırmaz ama kilo aldırır, fiziki görünüm değişir azar azar aldırış edilmez " beğenen beğenmiştir nasılsa " henüz gençken ilerideki sağlık sorunları da çok önemsenmez. Kadınlar açısından bir de hamilelik döneminde alınan kilolar vardır biyolojisinin bir süre için zorunlu kıldığı kilolar kalıcı olur (istisnalar bu kuralı bozmaz:)), işte obezite baslamıştır. Tedavisine gerek olmayan bir hastalık(aşk) iyileşmiş, fakat simdi tedavisi gereken bir hastalık(obezite) başlamıştır. Aşkın yerini sadece obezite mi alır derseniz,  hayır o sadece sonuçlardan biridir, esas olarak aşkın yerini doyumsuzluk alır ki işte esas felaket buradadır. Doyumsuz insan ne yapar derseniz, karnı doymamış bir bebek ne yaparsa onu yapar; ağlar, yalniz bu büyük bebeğin ağlamasi küçük bebeğinki gibi olmaz her zaman, kimi zaman öfke, kızgınlık, kimi zaman çöküntü, depresyon şeklinde olur. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin bir nedenide Öfke , kızgınlık ve depresyon değil midir. Ağlayan büyük bebeğin bu öfkesi veya çöküntüsü ister istemez çevresini etkilemez mi etkilenen bu çevre, nispeten kendi başka çevrelerini etkilemez mi hiç. Sabah eşiyle sorunu olanın iş çevresine bunun hiç yansıtmaması mümkün mü? Daha da önemlisi annenin öfkesinden depresyonundan çocuğun etkilenmemesi mümkün mü? Bundan etkilenen çocuğun etkilenme derecesiyle orantılı olarak, ileri yaşlarına sorun olarak taşınmaz mı bu çocukluk travmaları. Çocukluk travmalarının etkisiyle büyüyen, ne kadar sağlıklı davranabilir, burada bir kısır döngü var mıdır, varsa bu kısır döngü nasıl kırılabilir? Bunun için başa dönüp, ağlayan büyük bebeğin neden ağladığını hatırlayalım; DOYUMSUZLUK değil miydi sebebi, o halde bebeği susturabilmek, bu kısır döngüyü kırabilmek için,  DOYURMAK gerek büyük bebeği...

Engin S.

TARTIŞMAYI  BİLİYORMUYUZ?

Niçin  tartışıyoruz?

Tartışmanın  amacı  nedir?

Tartışmadan  ne  sonuç  bekliyoruz?

Sözlük  anlamı  ile:
Tartışma:
   1. Birbirine karşıt düşünceleri karşılıklı savunma:

  1. Karşılıklı ağır sözler söyleyerek yapılan çekişme, atışma, ağız dalaşı, dil dalaşı, dil kavgası, ağız
    kavgası, münakaşa:
  2. Bir sorun üzerine sözle veya yazılı olarak karşılıklı, bazen de sertçe savunma:

Tartmak:
1. Bir şeyin birim cinsten ağırlığını bulmak.

  1. mecaz Bir şeyin bütün sonuçlarını düşünmek, hesap etmek:
  2. mecaz Dikkatle incelemek, değer biçmek

Tartışma sözcüğü,  tart-makdan  türetilmiştir,  karşılıklı tartmak anlamındadır. Yani mecazi olarak bir şeyin sonuçlarını düşünmek, hesap etmek, dikkatle incelemek anlamına gelir.

Oysa sözlükde, üç  anlamından ikisi  şiddet içeren ağız kavgası ve sert savunma, biri karşıt düşünceleri savunmadır. Sözlükler olması gerekeni değil  yerleşmiş olanı, kullanılan anlamları  verir.

Buradan da anlaşıldığı üzere , pratikte karşı fikirleri savunurken , tartmak; sonuçlarını düşünmek, hesap etmek, dikkatle incelemek yerine , fikirlerimizi zorla kabul ettirmeye çalışıp, ağız kavgasına dönüştürmüşüz ve bu anlamıyla da sözlüğe girmiş.

Medyadaki koca koca insanların bir konuyu tartışırken, gerçeği bulmayı amaçlamak yerine kendi görüşünü, her türlü  yolu deneyerek karşısındakine kabul ettirmeye çalışması ve başaramayınca da kavgaya dönüşmesi, medyanında rating uğruna buna çanak tutması, topluma ne kazandırır?

Oysa karşı  fikirlerin tartışılmasından , doğru  tartışmayı bilirsek , fikirlerden birinde birleşme , yada üçüncü bir fikir çıkar, doğru olan bulunur veya doğruya  daha çok  yaklaşılır. Aksi halde herkesin doğrusu kendi doğrusudur, kimse kimseyle anlaşamaz ve herkes  karşısındakini suçlar, tartışmayla , akıl yoluyla çözülemeyen sorunlar da kavgayla , bazende ölümle çözülür.

Tartışmadaki amacımız , gerçeğe , doğruya ulaşmak olsada,  bu o kadar kolay değil.

Öncelikle sağlıklı, kişilik problemleri olmayan, kendine güvenli, açık fikirli ve tartıştığımız konularda yeterince bilgili  olmalıyız. Savunduğumuz fikrin  çürütülebilir olduğunu, bunun kötü bir şey olmadığını , gerçeğe  yaklaşmak için yararlı olduğunu, düşüncemize karşı söylemlerin , kişiliğimize karşı olmadığını , önceden kabul etmeliyiz, tartışmayı bağlamından koparıp kişilik kavgasına dönüştürmemeliyiz. Bunları yapabilmek için kendimizi geliştirmeli ve  okullarımızda öğrencilere psikoloji ve kişisel gelişim dersleri vermeliyiz.

Tartışmanın gereklerini sağlayamıyorsak, Dale Carnegie’nin dediği gibi “TARTIŞMAYIN”.

Engin S. Darıca , 2023

BİR ŞEYİN DEĞERİ: SİZİN İÇİN, ONA VERDİĞİNİZ DEĞER KADARDIR.
Neye ne kadar değer vereceğimizi biz belirlemeliyiz. Yoksa elin donu değerli olur, senin ömrün beş para etmez! Nasıl mı? Aşağıdaki konuşmaya bir bakalım...
(Elvis Presley'in mavi donu satışa çıkarıldı...)
-Eee kimin donu, O'nun donu...
-Kim ''o''
-O değer verdiğin.
-İyi de ben onun sanatına (kahramanlığına, güzelliğine vs.) değer verdim,vermemeli miydim ?
-Vermeliydin.
-Eee
-Fazla değer verdin gözünde büyüttün o kadar büyüttün ki, açık artırmada donuna bile paran yetmiyor !
-Bir tek ben mi değer verdim milyonlar değer veriyor.
-Bir tek sen değer versen sorun olmaz zaten...
Burada serbest piyasa ekonomisinin altın kuralı görülür arz talep dengesi: Talep/Arz=Fiyat Buna göre talebi artan ürünün fiyatı yükselir. (arz sabit olmak kaydıyla) Arzı artan ürünün de fiyatı düşer. (talep sabit olak kaydıyla) Sonuç olarak bir şeye ne kadar çok değer verirseniz ve bu değeri verenlerin sayısı ne kadar çok olursa olursa onun fiyatı da o kadar çok olur... Burada ürünün ne olduğu önemli değil, bu Elvis Presli'nin donu da olabilir, bir araba modeli de, bir futbolcunun transfer ücreti de...

Bir toplumda birkaç hırsız karnını doyurur, herkes hırsız olursa, insanlar açlıktan ölür!
''Kabullendiğimiz değerler bizi mutlu da edebilir mutsuz da...''

Sizin 100 TL etmez dediğiniz bir tabloya başka biri 100.000 TL değer biçebilir.
Birinin uğruna cinayet işleyebileceği bir konuya başka biri önemsiz diyebilir.
Bu değerleri sizin vermenizde gerekmez sizden önce verilen değerleri sorgulamadan kabullenebilirsiniz. Yada sorgulayıp, benimser yada benimsemezsiniz.

Para da bizden evvel belirlenmiş değerlerdendir. Biz onun değerini ya sorgulamadan yada kısa bir sorgudan sonra hemen benimseriz. Olmazsa olmaz dır para... Doğrudur da, nereye kadar... Senin değer verdiğin para, sana değer vermeye başlayana kadar; ''Kaç paralık adamsın ? '' sözü yerleşene kadar.

Bireyi iktidara karşı kim koruyacak, can güvenliğini, mal güvenliğini, özgürlüğünü kim ve nasıl sağlayacak?

 

Mutlak monarşilerde (krallık, padişahlık gibi) halkın yaşama hakkı , mülkiyet hakkı ve diğer hakları monarkın keyfine kalmıştır. İsterse sizin canınızı, isterse malınızı alır , sizin hiçbir hakkınız yoktur. Padişahım yada kralım çok yaşa diyerek,belki lütfuna nail olma ihtimaliniz vardır ancak. Bir insanın bu kadar güçlü olması,diğerlerinin ona itaati ile mümkün olur, aksi takdirde kral felanca kişi asılsın dediğinde kimse itaat etmezse kralın korkunç gücü kendi bileğinin gücüne iner bir anda,gücü yetiyorsa kendi asar, yetmiyorsa komik duruma düşer. Bu durumu çok iyi bilen kral ya kendisinin olağan üstü güçleri olduğuna (örneğin savaş tanrısının oğlu olduğuna ) inandırabileceği saf kişileri etrafında toplayarak güç oluşturur ve bu güçle diğerlerini ezerek zorla itaat ettirir, yada yakın çevresine birtakım ünvanlar ile menfaat vaad eder ki ona sadık kalsınlar itaat etsinler veya her iki yolu birden kullanır. Bu güç sarmalı bir kez kuruldumu korkunç boyutlara ulaşabilir ve artık birey bu büyük güç karşısında çaresiz kalır. Devletin yada iktidarın korkunç gücü karşısında bireyin ezilmemesi için iktidarın gücünün sınırlanması gerekir. Montesquieu kuvvetler ayrılığı teorisi ile bunu sağlamaya çalışmıştır , devletin gücünü yasama yürütme ve yargı olmak üzere 3 eşit parçaya ayırmış ve bunların eşit ve birbirinden bağımsız güçler olması gerektiğini söylemiştir. Ancak kuvvetler ayrılığı tek başına yeterli değildir çünkü; yasa koyucu bireyin tüm özgürlüklerini tüm haklarını, insan olmasından kaynaklanan temel haklarını çıkardığı yasayla elinden alabilir, dolayısıyla yargılamada bu yasalara göre yapılacağından kişilerin can ve mal güvenliğini ve temel haklarını yargı dahi koruyamaz. Düşünün üç yıl emeklilikten sonra işçilerin devlete yük olduğu dolayısıyla idam edilmesi gerektiği konusunda bir yasa çıkmış olsun kim bu yasaya kurallar içinde karşı çıkabilir? Olmaz demeyin Hitler ve Stalin dönemlerinde ölen milyonlarca insan olabilirliğinin kanıtıdır. Bunu sınırlamanın yolu anayasa ve anayasa mahkemesinden geçer. Öyle ki bireyin temel hakları (yaşama , mal edinme , eğitim, seyahat vs.)anayasada belirtilir, kanun koyucu bu temel haklara aykırı kanun çıkaramaz , çıkarırsa anayasa mahkemesi kanunu iptal ederek, bireyin temel haklarını korur. Aynı zamanda yargı (tabiki iktidarın etkisinden uzak bağımsız ve adil yargı), anayasaya uygun olarak çıkarılan yasalara, yasayı çıkaranlar ve iktidar dahil olmak üzere, herkese eşit uygulanmasını sağlar. Bunun için iktidarın yasa yapıcının yargı üzerinde hiçbir gücünün olmaması gerekir, işte bunun adı "Yargı Bağımsızlığı"dır.